Merkezimizin Amacı
1. ASHAB-I SUFFA'DAN KÜLLİYE'YE
ASHAB-I SUFFA: Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamber’in (A.S.M.) mescidine bitişik üstü örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Devamlı olarak Peygamberimiz’in (A.S.M.) yanında bulunarak Kur’anın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyet’i öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsî menfaatlarını terkederek tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar bekar gençler olup dünya işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa’nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve kökleşmiştir. Peygamberimiz’in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır. En çok hadis rivayet eden Ebu Hüreyre (R.A.) bu suffada yetişen sahabelerdendi.
Sahih-i Buhari de anlatıldığı üzere Ashab-ı Suffa; aileden cüda, gaile-i dünyeviyeden azade ve bütün mânâsı ile feragatkâr bir hayata malik olan bir zümre-i mübarekenin ekseri vakitleri Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) huzurunda geçerdi. Daima Resul-i Ekrem’den (A.S.M.) feyz alırlardı. Peygamberimiz tarafından tayin buyurulan muallimler marifetiyle de kendilerine Kur’an talimi verilirdi. Buradan yetişenler, müslüman olan kabilelere, talim-i Kur’an için gönderilirdi. Nur-u Kur’anın az bir zaman zarfında âfak-ı âleme intişar etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzide sahabeler sayesinde müyesser olmuştur. Mütevazi fakat çok feyizli olan, 400-500 civarında bulunan ve daima Kur’an ile, icabında gaza ile meşgul olan bu Kur’an ordusu bütünüyle bir dar-ül ilim idi. Müdavimleri ne bir ticaretle, ne bir sanat ile ve nede ziraatla iştigal etmezdi. Maişetleri taraf-ı Risalet-penahîden ve agniya-i ashab tarafından temin edilirdi.
Bu hakikatı, Ehl-i Suffa’nın mübarek simalarından birisi olan Ebu Hüreyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivayet ettiğinden şikayet edenlere karşı verdiği şu mukni cevabında pek güzel ifade etmiştir:
“Benim kesret-i rivayetim çok görülmesin. Muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki ticaretleri ile, Ensar kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki ziraatları ile meşgul bulundukları sırada Ebu Hüreyre, Peygamber’in (A.S.M.) mübarek nasihatlarını hıfzediyordu.” demişti.
Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashab-ı Suffa’nın maişeti ile, talim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar olurdu. Hatta saadethanelerinin ihtiyaçları ile ikinci derecede meşgul bulunurdu. Bir kerre Hz. Fatıma (R.A.) el değirmeni ile un öğütmekten usandığından şikayet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) “Kızım sen ne söylüyorsun? Henüz Ehl-i Suffa’nın maişetini yoluna koyamadım” buyurmuştu.
Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) hiç bir hitabeleri yoktur ki, bunun iradı sırasında Ashab-ı Suffa orada hazır bulunmasın; dinleyip, hıfzederek diğer ashaba nakletmesin... Bu suretle ahkâm-ı İslâmiyenin hıfz ve naklinde Ehl-i Suffa’nın pek müstesna tesirleri görülmüştür. İçlerinde Ebu Hüreyre (R.A.) gibi müstesnalar yetiştiği gibi, ilmî varlık göstermeden büyük hizmet verenler de vardı. Bunların içerisinde; ilim, zühd ve takva sahibi kimseler olduğu gibi; diplomatlar, tebliğ uzmanları, idareciler, kurralar ve kumandanlarda yetiştirilmiş Allah’ ın rızası, hakkın ve hukukun yayılması adına gayret sarf etmişlerdir.
Şu ayetin Ashab-ı Suffa hakıında nazil olduğu rivayet edilmiştir.
“(Sadakalar) Allah yolunda kendilerini vakfetmiş fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya muktedir olmazlar. (Hallerini) bilmeyen iffet ve istiğnalarından dolayı onları zengin kimseler sanır. Sen o gibileri simalarından tanırsın. Onlar, insanlardan yüzsüzlük edip de (birşey) istemezler. Siz (hak yolunda) ne mal harcarsanız şüphesiz Allah onu hakkıyla bilicidir.” 2:273
Resul-i Ekrem (A.S.M.) dan sonra ashab-ı suffa mevcut bir müessese olarak devam etmedi. Fakat Âl-i Beyt bu büyük vazifeyi manen deruhte etti ve günümüze kadar getirdi.
Âl-i Beyt ihlas, sadakat, istiğna, fedakârlık ve içtimaî gıll u gıştan azadelik gibi Ashab-ı Suffa’nın temel hususiyetlerini değiştirmeden ve bu sıfatlarla da muttasıf olarak, çok genişlemiş olan âlem-i İslâm’ın manevî hayatiyetini muhafaza yolunda çalışmışlar ve âlem-i İslâm’a merkez-i manevîye olmuşlardır.
Asrımızda ise bu büyük vazifeyi Âl-i Beytin beraberliğinde Bediüzzaman devraldı. Ve Ashab-ı Suffa metodunu talebeleriyle birlikte hayata geçirdi. Talebelerinin bir kısmını ticaretle, sanatla ve ziraat gibi dünyevi meşgalelerle iştigal ettirmeyip zamanlarını ve hayatlarını hizmet-i imaniyeye hasr-ı vakfettirmiştir. Bunların maişetini ise efendimiz (asm) gibi kendisi deruhte etmiştir.
Ashab-ı Suffa metodunun ahirzamanda hayata geçirileceğine dair rivayetler şöyle gelmiştir.
Evet ümmet içinde, din için Ashab-ı Suffa gibi yaşıyanlara bir müjde-i Peygamberî (A.S.M.)’da şu hadis-i şeriftir:
“Sizlere müjde ey Ashab-ı Suffa! Sizden sonraki ümmetimden sizin üzerinde olduğunuz vasıf ile (yaşadığınız evsaf ile) devam edenler ve o hale razı olanlar, kıyamet gününde benim refiklerimdirler” diyerek cihan-değer Peygamber (A.S.M.) arkadaşlığını kazanmayı müjdelemiştir. Elbette ki bu müjdeye mazhar olan din hâdimlerini seven ve himayesine çalışanlar da, bu müjdeden hissedar olurlar. Hatta Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i dahi, bu din fedailerinin beraberinde olmak sebebiyle, Cennet’e gireceği müjdelendi. Demek hak uğrunda feda-i nefs eden cemaat-ı mücahidîn ve hatta onlara mensubiyet dahi o kadar ehemmiyetli ki, Kıtmir’i dahi Cennetlik ediyor.
İşte Bediüzzamanın tesis ettiği hizmet tarzı üzere kurulan KÜLLİYE bu nebevi müessesenin devamı mahiyetinde olup, talabeler hayatlarından büyük fedakarlıklar yaparak hizmet ediyorlar. Hayatlarının asıl gayesini hizmet olarak bilen bu arkadaşlar, şahs-ı manevinin tensibi üzere ihtiyaç olan bölgelere Kur’an ve iman hizmeti için gönderiliyorlar.
Evet Âl-i Beyt keyfiyet şartları bakımından Ashab-ı Suffa’nın vazifesine kemâl-i ciddiyetle sahib çıkmışlardır.
2. ENDERUN'DAN KÜLLİYEYE
Enderun Mektebi, Osmanlı Devleti’nin kudretini muhafaza etmek için nitelikli insan yetiştirmek amacıyla kurulmuş bir eğitim müessesesidir. Osmanlı Devletinde mülki, idari, diplomatik ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerdir. Bu bağlamda Enderun Mektebi, dünyanın ilk “kamu yönetimi okulu” olarakta nitelendirilir. Osmanlı’ yı cihan devleti yapan kurumların en başında bu Enderun Mektebi gelir ki, Osmanlı Devletinin ihtiyaç duyduğu devlet adamı kadrosu bu mektebden yetişirdi. Odalar halinde ve çeşitli kademelerde eğitim ve öğretim verilen, öğrecileride acemi oğlanlar arasından seçilen bu okul Osmanlı Eğitim sisteminde elitler eğitimini meydana getirmektedir.
Osmanlıda Enderun geleneğinin bir uzantısı olarak, çağımızın modern eğitim anlayışıyla sentezlenerek akıl ve kalb ilimlerinin büyük bir itinayla verildiği hizmet içi eğitim merkezlerimiz vakfımızın öncelikli ihtiyacı olan eğitmen kadrosunun yetiştirildiği güzide mekanlarımızdandır. Bu merkezlerimize alınan müstakbel eğitmenler, alanında uzman hocalar ve zengin kütüphane eşliğinde, teorik ve pratik becerilerle donatılarak toplumun istifadesine sunulmaktadır.
Bu merkezlerimizde kendini ifade edebilen, özgüvene sahip, sorunları çözebilme kabiliyetinde; sevgi, şefkat ve yardımlaşma gibi insani erdemlere sahip hizmet erleri yetiştirilmektedir.
3. MEKTEPTEN MEDRESETÜZZEHRA'YA
Müsbet fenler olan fizik, kimya, matematik vb. dersler itibariyle MEKTEB diyebileceğimiz ve dini ilimler olan Kur’an, iman, ibadet, ahlak vb. dersler itibariyle MEDRESE diyebileceğimiz KÜLLİYE hem mektep hem medrese manasını ihtiva ediyor.
Külliye üstadın bütün hayatı boyunca takip ettiği medresetüzzehra projesinin küçük bir nümunesidir. Bu projenin ve mazide de uygulanmayan bu eğitim sisteminin ehemmiyetini Bediüzzaman şöyle nazara vermiştir:
Bunun en önemli şartlarından bir tanesi şudur ki
Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc..
S- Şu mezcde ne hikmet var ki, o kadar tarafdarsın; daima söylüyorsun?
C- Dört kıyas-ı fasid {1} ile hasıl olan safsatanın zulmünden muhakeme-i zihniyeyi halas etmek, meleke-i feylesofanenin taklid-i tufeylaneye ettiği mugalatayı izale etmek...
İşte o kıyaslar, maneviyatı maddiyata kıyas edip Avrupa sözünü onda dahi hüccet tutmak.
Hem de bazı fünunda meşhur olanların, başkasında da sözünü hüccet tutmak.
Hem de bazı fünun-u cedideyi bilmeyen ülemanın sözünü, ulûm-u diniyede dahi kabul etmemek.
Hem de fünun-u cedidede mehareti için gurura gelip, dinde de nefsine itimad etmek.
Hem de selefi halefe, maziyi hale kıyas edip haksız itirazda bulunmak gibi fasid kıyaslardır.
S- Ne gibi?
C- Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassub, ikincisinde hile, şübhe tevellüd eder.
İşte Külliye vicdanın ziyası ile aklın nuru olan ilimleri ve bilimleri tevhid ederek Medresetüzzehranın küçük bir numunesini temsil etmektedir.